Hayat, herkesin kendi yükünü taşıdığı bir yolculuk aslında. Dışarıdan bakan için yol dümdüz görünür, ama yürüyenin ayağındaki taşları kimse bilmez. İşte böyle zamanlarda, o çok tanıdık söz gelir aklımıza: ‘El elin eşeğini türkü söyleyerek çağırır.’
İçinde bulunduğun derdi sen yaşarsın, ama dışarıdan bakanın sesi boldur. Başına bir şey geldi mi, özellikle de canını en çok acıtan türden bir şey — mesela sevdiğin birinin hastalığı, bir kayıp, bir bitiş — herkes başta yanında gibi olur. Telefonlar çalar, mesajlar gelir: ‘Her zaman yanındayım.’
Ama zaman ilerledikçe, o telefonlar susar. Mesajlar eksilir. Kalabalıklar yavaş yavaş dağılır. Çünkü dert senindir, acı senindir, asıl yük omuzlarında sadece sana aittir.
İnsanlar iyi niyetlidir belki, ama bir süre sonra hayata kaldıkları yerden devam ederler. Oysa sen, hâlâ aynı yerde, aynı yükün altında nefes almaya çalışıyorsundur. Çünkü onlar dışarıdan bakar, türkü söyler gibi konuşurlar. Ama o eşeği sen taşırsın. Ağır olan da, yoran da sana kalır.
Zamanla anlarsın ki, herkes seninle yürümez bu yolu. Her ‘yanındayım’ diyen gerçekten yanında durmaz. Her ‘üzüldüm’ diyen senin kadar yanmaz. Ve bu acı bir gerçekliktir: Kimse senin kadar senin acını taşıyamaz.
Bu yüzden, beklentiyi azaltmak bir savunma mekanizması değil, bir yaşam gerekliliğidir. Çünkü gerçek destek, sessiz olandır. Gösterişsiz, reklamsız... Belki adını bile anmadan seninle yürüyen biri vardır. O hastane koridorunda sana termosla çay getiren bir dost… Sessizce elini tutan biri… İşte gerçek yakınlık, oralarda saklıdır.
Hayat böyle; herkes kendi türküsünü söyler. Ama sen, kendi sessizliğinde olgunlaşırsın. Çünkü en çok yalnızken büyür insan.