Eskiden bir insan ömrü; bir ev, bir araba ve belki de biraz birikimle özetlenirdi. Bugünse 20 yıl çalışan bir birey bir otomobil sahibi olamıyor, 40 yıl çalışsa dahi bir evin kapısını aralayamıyor. Sıkça duyduğumuz ‘ev ve araba çok pahalı’ yakınması belki doğru, ama asıl meseleyi gözden kaçırıyoruz: Asıl sorun, emeğimizin bu kadar ucuz olması.
Bir mal ya da hizmetin pahalı olması, onun değerli ya da erişilmez olduğu anlamına gelmez her zaman. Pahalılık, gelirle doğru orantılı olarak değerlendirilmelidir. Eğer bir ülkede asgari ücretli bir birey, hayatı boyunca temel ihtiyaçlara erişemiyorsa, burada sorun ürünlerin fiyatında değil, emeğin karşılık bulmamasındadır.
Ekonomik sistem, üretimi kutsar ama üreticiyi görmezden gelir. Sanayi çarkları döner, inşaatlar yükselir, teknolojiler gelişir ama bu gelişimi sırtlayan emekçi, hala geçim sıkıntısıyla boğuşur. Bu çelişki artık sadece ekonomik değil, toplumsal bir yaraya dönüşmüş durumda.
Bir düşünün: Aynı aracı üretmek için saatlerce çalışan işçi, o araca sahip olmak için ömrünün yarısını vermek zorunda. Bir evin tuğlalarını tek tek yerleştiren usta, o evde oturmayı ancak hayal edebiliyor. Bu adaletsizlik sürdürülebilir değil.
O halde sormalıyız: Emeğimiz neden bu kadar ucuz? Neden bir insanın alın teri, bir metrekare konut etmiyor? Neden yaşam kalitemiz üretim gücümüzle paralel gitmiyor?
Yanıt net: Çünkü sistem emeği değil, sermayeyi ödüllendiriyor. Çünkü alın teri değil, var olanı koruyanlar kazanıyor. Ve çünkü emek, yalnız ve susturulmuş durumda.
Bu düzenin değişmesi için önce emeğin kıymetini, ardından emeği harcayan insanın onurunu savunmamız gerek. Çünkü ne bir ev ne bir araba, bir ömrün karşılığı olmamalı.