Zaman sanki ceplerimizde delik. Tutamıyoruz. Günden güne daha da hızlanan bir yaşamın içinde, günün sonunda bir yerlere yetişmiş ama hiçbir şeye varamamış halde buluyoruz kendimizi. Telefon alarmıyla uyanıyoruz, bildirimle yaşıyoruz, ekranın parıltısıyla günü kapatıyoruz. Göz açıp kapayıncaya kadar bir hafta, bir ay, bir mevsim geçiyor. Biz hâlâ koşturuyoruz. Ama nereye?
Toplum bize ‘‘yetiş’‘ diyor. Okula, işe, kariyere, forma, ilişkiye, arkadaş grubuna, tatile, modaya… Her şey bir hedef, her yer bir yarış. Ne tuhaf; herkes her şeyin peşinde ama kimse kendine ulaşamıyor.
Oysa bir zamanlar, yavaş yaşamak vardı. Komşu kapısı çalınırdı, gerçek kahkahalar yankılanırdı sokakta. Arkadaşlık, bir fotoğrafın filtresi değil, zamanla oluşan güvenin ismiydi. Şimdi dostluklar takiple başlıyor, ‘‘çevrimiçi’‘ ile devam ediyor, ‘‘görüldü’‘ ile bitiyor. Gülücükler emoji, sohbetler kaydırmalı.
İnsanların artık zamana bile randevu veremediği bir dönemde yaşıyoruz. Kimsenin vakti yok birbirini tanımaya. Ama herkes birilerini bulmak istiyor. Bu yüzden yeni nesil ‘‘tanışmalar’‘ sosyal medya penceresinden içeri sızıyor. Herkesin her şeyi açıkta, ama aslında herkes birbirine kapalı. Profilinden tanıdığını sandığın biri, birkaç kelime sonra tanıdığın bir yabancıya dönüşebiliyor.
Güven?
İşte o bir tıkta mı, bir anda mı, belli değil.
Zaten biz bu noktaya kendi ellerimizle gelmedik mi? 90’larda kitapçılarda en çok satan reyon ‘‘kişisel gelişim’‘di. ‘‘Kendini sev’‘, ‘‘önce sen’‘, ‘‘sınır koy’‘, ‘‘tek başına ayakta dur’‘... Dediler ki ‘‘önce sen ol’‘, biz de olduk. O kadar çok ‘‘ben’‘ olduk ki, yanımızda kimse kalmadı.
Şimdi herkes bir başına. Kalabalıkların içinde bile yalnız. Kahvesini tek içen, derdini Google’a anlatan, yüz yüze konuşmaktan çok yazmayı seven insanlar olduk.
Belki de artık birileri şunu söylemeli; Birbirimize, paylaşmaya, sadeliğe ihtiyacımız var…