Şenay Sarıaslan

Distopya geldi hanımmm!

Şenay Sarıaslan

Bazı kitaplar yazıldıkları zamanın çok ötesini görür. Usta yazar Ayşe Kulin’in Tutsak Güneş’i de onlardan biri. 2015’te kaleme alınan bu distopya, 2025 Türkiye’sine beklenmedik bir aynayla bakıyor. Ve görüyorum ki umursamadığımız, gülüp geçtiğimiz her öneri, yarının gerçeği oluyor.

Şu günlerde sosyal medyada sıkça karşımıza çıkan, bolca alay konusu olan bir öneri var: kilolu bireylerin devlet eliyle tespit edilmesi. İlk bakışta absürt, hatta komik. Ama ne yazık ki üzerinde düşününce, bu ‘şaka gibi’ fikir, rahatsız edici bir ciddiyet kazanıyor. İşte tam da bu noktada, Ayşe Kulin’in on yıl önce yazdığı Tutsak Güneş romanı geliyor aklıma.

2015’te yayımlanan bu kitapta, baskıcı bir rejim altında yaşayan insanlar; akıllı saatlerle izleniyor, fazla yemek yedikleri tespit edilip uyarılıyor, hatta kimin ne zaman ne giyeceğine, nasıl konuşacağına kadar düzenlemelere maruz kalıyor. Kadınlar yalnızca doğurmakla tanımlanıyor, bireysel tercihler sistemin ‘ideal vatandaş’ kalıbına sıkıştırılıyor.

O yıllarda okurken hayretle karşılamıştım bu kurguyu. Ama bugünden baktığımda, kitabın geleceği tarif ettiğini görüyorum. O zamanlar kurgu dediğimiz şeyin, bugün gündelik hayata karıştığını fark etmek hem düşündürücü hem de tedirgin edici.

Kimin sağlıklı olup olmadığına, kimlerin kamusal alanda görünmesinin ‘uygun’ olduğuna dair fikirler, kamuoyuna öneri gibi sunuluyor. ‘Toplum sağlığı’ adı altında bireyin iradesi tartışmaya açılıyor. Ve biz çoğu zaman bu tartışmaları yalnızca sosyal medya esprileriyle geçiştiriyoruz.

Ne yazık ki geldiğimiz noktada, modern yaşamın pek çok aracı – akıllı telefonlar, saatler, uygulamalar – bireyin yaşamını kolaylaştırmaktan çok şekillendirmeye başlamış durumda. Hangi saatte ne yiyeceğimiz, ne kadar hareket edeceğimiz, hatta hangi içerikleri göreceğimiz başkaları tarafından belirleniyor. Üstelik bunu fark etmek bile çoğu zaman mümkün olmuyor. Çünkü sistem, bunu ‘senin için en iyisi bu’ diyerek yapıyor.

Tüm bunlar olup biterken, insanın içi ürperiyor.

Ve belki de Persepolis’i hatırlamak gerekiyor.

O animasyon filmde, bireyin yavaş yavaş bastırıldığı, düşünce özgürlüğünün yok sayıldığı, kişisel alanın ortadan kaldırıldığı bir toplum anlatılıyordu. Başörtüsü zorunluluğu yalnızca bir semboldü. Asıl baskı, kadının hayallerine, kimliğine, sesine yönelikti. Bugün burada olup biten bazı şeyler, o filmi izlerken hissettiğim aynı sıkışmışlık duygusunu hatırlatıyor bana.

Ayşe Kulin’in distopyası, şimdi artık bir roman olmaktan çıkıyor.

Gelecek diye kurguladığımız şey, usul usul bugüne karışıyor.

Ve biz, buna yalnızca ‘trending topic’ muamelesi yapıyoruz.

Düşünmek isterseniz şu soruları cevaplayarak başlayabilirsiniz..

1) Özgür müsünüz gerçekten?
2) Size ait olmayan bu düzene sessizce uyum mu sağlıyoruz?

Yazarın Diğer Yazıları