Bugün hepimizin hayatında derin izler bırakan, ancak çoğu zaman dile getirmekte zorlandığımız bir konudan bahsetmek istiyorum. Borçlanma.
Yüksek enflasyon ve geçim sıkıntısı, sadece haber bültenlerinde değil, sokakta, evlerde, sofralarımızda da kendini hissettiriyor. Gıda fiyatları cep yakarken, sağlık, eğitim, faturalar derken birçok kişi artık günlük ihtiyaçlarını bile kredi kartına, tüketici kredisinden karşılar hale geldi.
Bankaların kazanç raporlarına baktığımızda durum daha da netleşiyor. Nisan ayında bankaların toplam faiz geliri 2,4 trilyon lirayı aştı. Evet, yanlış duymadınız. 2,4 trilyon lira! Üstelik bunun büyük kısmı kredi ve kredi kartı faizlerinden geliyor. Ne demek bu? İnsanların borcu artıyor, ödeyemedikleri borçların faizleri katlanıyor, bankalar ise bu borç sarmalından rekor kârlarla çıkıyor.
Kamu bankalarının bile kârı yüzde 75 artmış, özel bankalar da boş durmamış.
Bu kârlar, vatandaşın cebinden çıkan paranın aynası değil mi? İnsanlar hayatlarını devam ettirebilmek için krediye sarılırken, aslında geleceğini ipotek altına alıyor. Bu durum sürdürülebilir değil. Borç döngüsü derinleştikçe, enflasyon ve hayat pahalılığı daha da büyüyor, halk ise daha da yoksullaşıyor.
Yani halk zorlanırken, sektör kârlılığını artırıyor. Bu çelişki, ekonomik düzenin halk lehine işlememesi anlamına geliyor.
Borç yükü altında ezilen bir toplum sürdürülebilir değil. Bugün krediyle yaşamaya alışan insanların yarını çok daha zor olabilir. Borcun faizi borcu doğuruyor, yaşam standartları düşüyor, gelirler yetmiyor.
Bu kısır döngü kırılabilir mi? Evet ancak burada bilinçli olmak önemli.
Ama bir yandan da sormak gerekiyor, bu yaşam tarzını gerçekten hak ediyor muyuz? Kesinlikle hayır. İnsanların temel ihtiyaçlarını krediyle karşılamak zorunda kaldığı bir sistem adil değil. Bir ülkenin insanları yaşamak için sürekli borçlanmak zorunda kalmamalı.
Demek ki iş sadece bireysel çabalarla çözülmüyor.