Bazı insanlar vardır; hiç beklemediğiniz bir anda kırar, incitir, hakkınıza girer… Sonra da sanki hiçbir şey olmamış gibi arkasına bakmadan yürür gider. O an insanın içinden ince bir sızı yükselir: ‘Bu kadar mı yani? Bunun hiç mi bir karşılığı olmayacak?’
Aslında bu soru, içimizde sessizce duran adalet arayışının sesidir. Hele ki bu topraklarda, ilahi adalete inanç güçlüdür. Bazen öyle şeyler yaşarız ki, ‘Gerçekten adalet var mı, yoksa kötülük yapan hep bir adım önde mi gidiyor?’ diye kendi kendimize sorarız.
Ama hayatın garip bir alışkanlığı vardır: Tam unuttuğumuz bir anda ‘Dur, acele etme’ der gibi bir işaret bırakır önümüze. Dün haksızlık yapanın bugün aynı hataya takıldığını görürüz. O zaman anlarız ki adalet bazen geç gelir ama asla şaşmaz.
Karma dedikleri de bundan farklı değil aslında… Ne verirsen onu alırsın. Kimisi anında döner, kimisi yıllar sonra insanın kapısını çalar. Ama edilen haksızlık, kırılan bir kalp, atılan bir söz… Hiçbiri boşluğa karışıp gitmez. Bizim terazimiz bozulsa da hayatın terazisi hiç bozulmaz; ağır ağır ama tam yerinde işler.
Yalnız, unuttuğumuz önemli bir nokta var: Biz adaleti hemen görmek istiyoruz.
Bir an önce olsun, içimiz rahatlasın.
Oysa hayat böyle çalışmaz. Bazen sabrımızı sınar, bazen kalbimizi. Gecikmesi adaletsizlikten değil; belki de bize düşünmeyi, anlamayı, kendimize dönmeyi hatırlatmak içindir.
Haksızlığa uğradığımızda gözümüz hep karşımızdakine döner. Ama asıl zor olan kendimize dönüp bakmaktır. ‘Ben nerede eksildim, nerede fazla verdim?’ sorusu acıtır ama gereklidir. Çünkü adalet yalnızca kötülüğe ceza olsun diye değil; bazen bize yol göstermek için vardır.
Sonuçta ister karma deyin ister ilahi adalet…
Hayat hiçbir şeyi unutmaz. Zamanı geldiğinde öyle hatırlatır ki; bazen yüzümüzde küçük bir tebessüm olur, bazen içimize bir ‘keşke’ çöker.
Benim inancım şu: Kalbini temiz tutan, sabırlı olan kazanır.
Kötülük yapan ise eninde sonunda kendi karanlığında boğulur. Çünkü hayatın görünmeyen bir hesabı vardır; kimse görmez ama o defterde hiçbir satır yanlış yazılmaz.