Bazen birini tanırsın ya… Hiç elini tutmamışsındır, belki aynı masaya oturmamışsındır ama içini bilirsin. Kalbi sana geçer. İşte Sırrı Süreyya Önder, tam öyle biri.
Onu ilk ne zaman tanıdım, hatırlamıyorum. Belki bir konuşmasında, belki bir film repliğinde ya da bir sokak röportajında. Ama şunu biliyorum: O konuşunca yüreğime dokunuyor. Çünkü içi dışı bir. Çünkü süslemiyor, saklamıyor, korkmuyor.
Düşünsene… Adıyaman’ın tozlu sokaklarında bir çocuk. Sekiz yaşında yetim kalmış. Fotoğrafçı çırağı olmuş, kamyon şoförlüğü yapmış, sıtma mücadelesinde işçilik bile var cebinde. Daha lisede ilk gözaltısını yaşamış. Hayat, daha başından ona “zor” gelmiş ama o, zoru sevmeyi seçmiş. Çünkü kolay yollar onun kalbine dokunmuyordu.
Siyasete girdiğinde sadece bir vekil olmadı o. Bir vicdan oldu Meclis’te. Bir hatırlatma, bir ayna, bir dokunuş. Sinemada bir hikâye anlatıcısıydı; siyasette bir kalp taşıyıcısı. O yüzden de bazen bir replikte, bazen bir cümlesinde kendimi buldum.
Geçtiğimiz günlerde o kalp durdu. Evet, bildiğin durdu. Hem de iki kez… Ama doktorlar parmaklarıyla geri getirdi onu. Ne büyük ironi değil mi? Kalbiyle yaşayan bir adamın, kalbi duruyor ve insanlar onu kalbiyle geri döndürüyor. Sanki evren bile onu bırakmak istemedi.
…Ve sanırım 2025, “gelenin gideni arattığı” yıllardan olacak.
Önce Edip Akbayram… Ardından Volkan Konak… Her biri bir duygunun, bir ezginin, bir dönem ruhunun taşıyıcısıydı. Gittiler. Yalnızlaştık biraz daha.
Şimdi içimizden tek bir dilek geçiyor:
Ne olur Sırrı Süreyya Önder de bu kervana katılmasın.
Çünkü bu ülkenin hâlâ tatlı siyasetçilere, incelikli kalplere, bir cümlesiyle umut aşılayan insanlara ihtiyacı var.
Meclis kürsüsünde yaptığı naif dokunuşları, içten esprileri, tansiyonu düşüren ama kalbi yükselten tavrını unutmuyoruz. Onun gibi isimler, sadece bir koltukta oturmuyor; toplumun ruhuna bir yumuşaklık, bir gülümseme bırakıyor.
Ve biz…O güzel kalbi yeniden gülerken görmeyi çok istiyoruz.