Duyarlılık, insanın dünyaya dair anlam arayışıdır. Bir şeyleri gerçekten duyabilmek, görmek ve hissetmek, sadece fiziksel algıların ötesine geçmek, içsel bir farkındalık oluşturmak demektir. Ancak çoğu zaman, dünyaya duyarlı yaklaşmak, aynı zamanda duygusal yük taşımak anlamına gelir. Bu yükler o kadar ağırlaşabilir ki, duyarlı olmanın bedeli insanı gerçekten duyarsız hâle getirebilir.
Duyarlılık, empati ve şefkatle şekillenir. Birinin acısını hissetmek, onun yükünü paylaşmak, yalnızca başkalarına değil, kendimize de verdiğimiz bir hediyedir. Duyarlı insan, çevresine karşı sorumlu olmakla kalmaz, kendi içsel dengesiyle de hesaplaşır. Başkalarının acılarını kabul etmek, aynı zamanda kendini koruyabilme gücünü gerektirir.
Bazen aşırı duyarlılık, insanı koruyan sınırları eritir. Her acıyı taşımak zorunda olmayan bir kişi, bu yük altında kapanır, yalnızlaşır ve yabancılaşır. Toplumda da durum benzer: vicdanla atan kalpler, zamanla tepki refleksine dönüşür. Her olaya tepki veririz, ama hiçbirine tutunamayız. Bu, duyguların boşalmasıdır.
Gerçek duyarlılık sessizdir; reklama, alkışa ihtiyaç duymaz. Bir kalbi dinlemek, bir acıyı kimse bilmeden taşımak, ölçülü empati göstermekle mümkündür. Aşırı duyarlılık ise savunmasızlık yaratır.
Empati yorgunluğu, ruhsal kapasiteyi zorlayarak içe çekilmeye ve dünyadan soyutlanmaya neden olur.
Ters yüz duyarlılık, başkalarına duyarlı olmak ile kendi duygusal sağlığını korumak arasındaki çelişkidir. İnsan, dünyayı hissetmekle yükümlüdür, ama her acıyı kendi iç dünyasına almak zorunda değildir. Duyarlılık, başkalarını hissetmek kadar, kendini koruyabilmekle ölçülür.