Sevgisizlik, bu çağın en yaygın ve en sessiz hastalığıdır. Onun en belirgin sonucu, kalabalıkların içinde büyüyen o derin, kronik yalnızlıktır. Eskiden kalabalıklar, bir araya gelmenin, birbirine ait olmanın sıcak bir işaretiydi. Bugün ise fiziksel yakınlık, ruhsal uzaklığın perdesi oldu. Aynı sokakta, aynı apartmanda, aynı otobüste yan yana durduğumuz insanlarla aramızda ne bir bakış ne bir söz var; sadece paylaşılan bir sessizlik ve iç içe geçmiş yalnızlıklar. Göz göze gelmemek için ekranlarımıza sığınıyoruz. Bir selam, bir gülümseme şüphe uyandırıyor: ‘’Ne amaçlıyor?'' diye soruyoruz kendi yalnız kalelerimizden.
Bu soğukluk, bu kasıtlı mesafe ne zamandan beri bu kadar doğal oldu? Komşumuzun adını bilmiyor, yıllardır gördüğümüz yüze selam vermiyoruz. En yakınlarımızla bile yüz yüze konuşmak yerine, dijital bir uzaktan kumandayla iletişim kuruyoruz. İnsan değişmedi, hayat değişti. Her şey o kadar hızlı akıyor ki, durup bir insanın iç dünyasına bakmaya, onun yalnızlığını görmeye vakit kalmıyor. Herkes bir şey yetiştirmenin telaşında: iş, kariyer, bir sonraki hedef. Sevgi ise bu telaşta kayboluyor. Çünkü sevgi aceleye gelmez; zaman, emek ve en çok da durmayı gerektirir.
Sevgisizlik ise çok kolay. Bakmamak yeter. Görmezden gelmek, sırtını dönmek, unutmak yeter. Ne çaba gerektirir ne de risk. Üstelik bu sevgisizlik ve onun doğurduğu yalnızlık, parıltılı bir yanılsamayla kamufle ediliyor. Sosyal medyada herkes bağlantıda, herkes mutlu, herkes bir şeylerin parçası gibi. Paylaşılan kareler, gülümsemeler, anlar… Ama bu görüntülerin ardında gerçek bir temas, gerçek bir “seni duyuyorum” yok. Herkes kendi monoloğunu anlatıyor, karşısındakinin sessiz çığlığını duymadan.
Bu çağda insanlar birbirine potansiyel birer yük ya da rakip olarak bakıyor. Her ilişki, ‘’Acaba daha iyisi var mı?'' sorusunun gölgesinde yaşıyor. Bu yüzden kimse kimseye tam anlamıyla tutunmuyor. Bağlar, zayıf iplerle bağlanmış gibi; en ufak bir rüzgarda kopmaya hazır. Ortaya çıkan şey, etten ve kemikten kalabalıkların içinde, ruhsal bir ıssızlık. Yalnızlık, artık yalnızken değil, insanların arasındayken hissedilen bir duygu.
Oysa sevginin hala mümkün olduğu bir gerçek var. Ama bu sevgi, kendiliğinden, rüzgarla gelen bir tohum değil. Bilinçli bir seçim, ısrarlı bir çaba gerektiriyor. Bir insanı gerçekten dinlemek, onun sözünü kesmeden, onun yalnızlığına kulak vermek. Bir ilişkiyi her gün yeniden tercih etmek. Hızlı olan, yüzeysel olan, kolay olan her şeye rağmen derinde kalmayı göze almak. Bu anlamda sevgi, bir duygu olmaktan öte bir duruştur. Yalnızlığa ve sevgisizliğe karşı sivil bir itaatsizliktir.
Gerçek sevgi, büyük sözler ya da gösterişli jestler değildir. Basit ama zor olan şeydir: Bir insanın varlığını önemsemek, onunla geçirilen zamana değer vermek, zor anlarında o ıssızlıkta yanında durmayı tercih etmek. Bu çağda sevgi, kolay olanı değil, insanı seçmektir. Görmezden gelmek yerine göze almaktır. Uzaklaşmak yerine yakınlaşma cesaretidir. Vazgeçmek yerine, ‘’buradayım'' diyebilmektir.
Sevgisizlik, hayatı yüzeysel olarak kolaylaştırır ama ruhu fakirleştirir. İlişkiler yüzeysel kaldıkça, içteki boşluk büyür. Sevgi ise, bu boşluğu doldurabilecek tek gerçek mücevherdir. Çünkü insan, ancak bir başkasını gerçekten sevdiğinde, kendi yalnızlığını aşar ve anlamı yeniden inşa eder. Sevgisizlik bir uzaklaşma, sevgi ise bir yakınlaşma eylemidir. Ve bu eylem, ne kadar zor görünürse görünsün, hala bizim elimizdedir.
Birini gerçekten dinlemek, birine gerçekten vakit ayırmak, birini gerçekten seçmek. Bunlar küçük adımlar gibi görünse de, sevgisizliğin ve onun getirdiği yalnızlığın hüküm sürdüğü bir dünyada, en güçlü direniş biçimidir.