Muhafazakâr şehirlerde dolaştığınızda ilk fark ettiğiniz şey, dışarıdan bakınca her şeyin “düzgün” göründüğüdür. Camiler doludur, dükkanlarda “bereket duası” asılıdır, esnaf selamla karşılar, herkesin dilinde “Allah razı olsun” vardır. Ama o vitrinin arkasında, başka bir hayat akıyor.
Son zamanlarda bu şehirlerde, insanların birbirine ne kadar kolay yalan söylediğine, sözünü ne kadar kolay unuttuğuna, borcunu ödememek için nasıl kıvırdığına defalarca tanık oldum. Üstelik bu kişiler çoğu zaman dinle ahlakı dilinden düşürmeyen insanlar. Bu durum artık tesadüf değil.
Ağır olacak belki ama söylemek gerek: İnanç, burada bir yaşam biçimi değil; bir gösteri malzemesi. Çünkü ne zaman biri “biz helal kazançtan yanayız” dese, arkasından bir haksızlık, bir aldatmaca geliyor. Ne zaman biri “kul hakkı yemem” dese, bir başka hikâyede o kişinin kaç kişiyi mağdur ettiğini duyuyorsunuz. Laf var, ama davranış yok. Bu çelişki sadece sinir bozucu değil aynı zamanda yıpratıcı.
Bu şehirlerde insanlar birbirine çok kolay güveniyor. Aynı mahalleden, aynı görüşten, aynı camiden diye birilerine “temiz” yaftası vuruluyor. Ama asıl temizlik içte olmalı. Gözümüzü boyayan şekiller, giysiler, dualar değil. Karakter, kimin ne giydiğiyle değil kimin ne yaptığıyla ölçülür.
Belki de en çarpıcısı şu, hile yapanlar artık ayıplanmıyor. Tam tersi, “ticaret böyle” denip alkışlanıyor. Dürüst davrananlar ise “enayi” diye küçümseniyor. Böyle bir denklemde ahlaklı kalmak güç…
İnsanlar artık çok iyi kandırıyor. Hem birbirini, hem kendini... Ve bu kandırma biçimi, ne yazık ki en çok da dindar görünümün arkasına saklanıyor. Belki de en fazla sorgulanması gereken yer de burası.