Her yeni yılın ilk gününde aynı şaşkınlığı yaşıyoruz. Takvimden kopan yaprakların bu kadar hızlı düşmesine akıl sır erdiremiyoruz. Daha dün gibi hatırladığımız anılar bir bakıyoruz ki on yıl öncesine ait. Çocukluğumuzda günler hiç bitmez, yaz tatilleri sonsuz bir serüven gibi gelirdi.
Zaman algısının bu denli değişmesi aslında yaşımız ilerledikçe farkına vardığımız bir durum. Küçükken bir yıl, hayatımızın çok büyük bir kısmını oluşturuyordu.
Yaş ilerledikçe hayatın temposu artıyor, sorumluluklar çoğalıyor ve günlerin nasıl geçtiğini anlayamıyoruz.
Teknolojinin getirdiği hız da bu akışı daha da hızlandırıyor. Bir zamanlar haftalarca beklediğimiz haberleri şimdi saniyeler içinde öğreniyoruz.
Hızlanan iletişim aslında hayatımızın ritmini de hızlandırıyor. Bir günün içine onlarca iş sığdırmaya çalışıyoruz.
Geçmişe duyulan özlem. Çocukluk günleri, eski dostluklar, kaybolan alışkanlıklar… İnsan belleği seçici davranıyor ve çoğunlukla güzel olan anları saklıyor. Bu yüzden geçmiş bize daha huzurlu görünüyor.
Yıllar bu kadar hızlı akıp giderken önümüzde kalan zamanın nasıl değerlendirileceği sorusu zihnimizi meşgul eder hep…
Zamanı yönetememek değil, zamanla uyumlanmayı başaramamak. Hep bir şeylere yetişme telaşında olduğumuz için anı yaşayamıyoruz. Bir sabah kahvesinin kokusunu sindire sindire içmiyoruz. Bir dostla yapılan sohbetin tadını çıkaramıyoruz.
Zamanı durdurmak mümkün olmasa da anı fark edebiliriz.
Sonuçta yıllar geçmeye devam edecek. Biz farkında olsak da olmasak da…