Market alışverişi son birkaç yılda basit değil artık. Haftalık liste yapmak bile bir strateji gerektiriyor. Rafların karşısına geçtiğimizde neyi alabileceğimizi, neyi ertelememiz gerektiğini, hangi markanın bu hafta daha uygun olduğunu hesaplıyoruz. Bir peynirin, bir zeytinin, bir yağın fiyatı her markette başka. O yüzden insanlar artık alışverişe çıkmadan önce üç farklı uygulamaya bakıyor. Kimse şunu istiyorum diye alışveriş yapmıyor herkes hangisini karşılayabiliyorum? diyor.
Doğal olarak sepet küçülüyor.
Eskiden rutin olan şeyler, bugün lüks kategorisine girdi. Bir evde kahvaltı masası dediğin çeşit çeşit olurdu mesela. Çay, ekmek, peynir… Fazlası da varsa şans. Çoğu insan haftalık market masrafını azaltmak için et almamayı, atıştırmalıkları kesmeyi, temizlik ürünlerinde en ucuz markaya yönelmeyi zorunluluk olarak görüyor.
Bu tabloya bakınca insanlar çok zorlanıyor demek kolay. Ama aynı ülkede başka bir şey daha yaşanıyor. Örneğin telefon mağazalarının önünde kuyruk.
Aylık geliri asgari ücret olan bir vatandaş, 60–70 bin TL’lik telefonu almak için kredi çekebiliyor. Bazısı taksitlerin kendisini ne kadar zorlayacağını bile bile sırf model güncellemek için borca giriyor. Garip olan bunun artık şaşırtıcı bile gelmemesi. İnsanlar temel gıdayı hesaplarken teknolojide lüks tüketime yöneliyor. Bir yandan makarna alırken fiyat karşılaştırması yapılıyor diğer yandan bir telefona maaşın iki katını vermekten çekinilmiyor.
Black Friday dönemleri de ayrı bir konu.
İndirim tabelasıyla gerçekte aynı fiyata satılan ürünler, hatta zamlanıp indirilmiş gibi gösterilen etiketler… Buna rağmen mağazalar dolup taşıyor. İnsanlar, aslında çok da ihtiyacı olmayan ürünleri sırf kaçırmayayım duygusuyla borçlanarak alıyor. Çoğu kişi aldığı üründen çok aldım hissinin peşine düşüyor.
Bu da Türkiye’de tüketim davranışının ne kadar değiştiğini net bir şekilde gösteriyor.