Kurumsal hayat, farklı kuşakların iş anlayışlarının çarpışma alanına dönüşmüş durumda. Bir yanda, krizleri bir ‘alarm’ değil ‘analiz’ noktası olarak gören Z kuşağı; diğer yanda, stres ve baskının motivasyon yarattığına inanan X ve Y kuşağı yöneticiler... Son yıllarda Z kuşağının sektöre girmesiyle birlikte bu iki yaklaşımın çatışması, iş yerlerinde giderek daha belirgin hâle geldi.
Z kuşağı, çalışma hayatına geçmiş nesillerden daha farklı bir perspektifle adım attı. Krizleri ‘felaket’ değil ‘kritik’ bir durum olarak değerlendirerek, daha sakin ve çözüm odaklı ilerlemeyi tercih ediyor. Bu sayede hem kendine hem de sürece nefes alma alanı yaratan Z kuşağı X ve Y kuşağı yöneticilerin hâlâ baskı ve korku kültürünün dinamizm yarattığını düşündüklerini ifade ediyor. Yöneticilere göre çalışan, stres altında daha üretken olurken krizden beslenen bir ortam başarıyı tetikler.
Bu bakış açısı, genç çalışanlarda tam tersi bir etki yaratıyor. Z kuşağı, korku ve baskı karşısında içine kapanıyor, yenilikçi fikirler sunmamaya başlıyor. Başlangıçta potansiyeli yüksek olan çalışanlar, zamanla sadece rutin görevleri yerine getiren ‘gölge çalışanlara’ dönüşüyor. Bu sessiz çöküş, kurumların en değerli kaynağı olan genç beyinlerin körelmesine yol açıyor.
Kulağa sert gelebilir; ancak kuşaklar arası iletişimi geliştirmek, farklı bakış açılarını anlamak ve yeni çalışma kültürüne uyum sağlamak artık bir tercih değil, bir zorunluluk. Krizden beslenen eski yöntemler, yeni nesil çalışanları kaybetmenin en kestirme yoluna dönüşüyor.
Günümüzün başarılı yöneticisi, baskıyı değil empatiyi; korkuyu değil güveni; kriz kültürünü değil kritik düşünmeyi ön plana çıkaran kişidir. Çünkü sürdürülebilir başarı, yalnızca şirket hedeflerinde değil, çalışanların zihninde de yenilik ve motivasyon yaratabilmekten geçiyor.