Yeni bir yaşa girerken kendimi yeni bir eve taşınıyormuş gibi hissediyorum hep. Kapısını açtığım bu yeni evin adı: 30’lar. İçinde ne kadar eşya biriktirdiğimi, hangi anıları koruyup hangilerini geride bırakmam gerektiğini düşünürken buluyorum kendimi. 20’lerim hızlıydı…
Birçok insan gibi biraz aceleci, biraz telaşlı, biraz da yersiz yürekliydim diye düşünüyorum. Ama hatalarımla büyüdüm, kırıldıklarımla güçlendim, öğrendiklerimle değiştim ve geliştim. Kimse anlatmaz ama 20’ler insanın kendini en çok yorduğu yaşlardır.
Çünkü hem bilmez hem bilmediğini bilmezsin. Yola yanlış yerden girersin, bazen inatla dönmezsin, bazen de bir bakmışsın tam da olması gereken yerde durmuşsun.
Şimdi 30’a girerken fark ediyorum ki hayat artık bir gün değil, bugünle ilgili. Hızlı koşmayı bıraktım, yürümeyi seviyorum. Kalabalıkları değil, içimi dinlemeyi tercih ediyorum daha çok. İnsanları değiştirmeyi değil, anlamayı. Ve en önemlisi, kendime kızmayı değil, kendimi kollamayı seçiyorum.
30’larım için büyük hedefler yerine huzurlu hedeflerim var. Daha çok sevmek, daha çok gülmek, daha çok şükretmek gibi. Bir fincan kahvenin verdiği mutluluğu büyütmeden bir insanın kalbime bıraktığı izi hafife almadan.
Bu yıl, kendime en büyük hediyem şu olacak: Geçmişte olup bitenleri yargılamadan kabul etmek. Çünkü artık biliyorum ki insan, yaşadıklarıyla değil; onlardan sonra nasıl devam ettiğini seçmesiyle büyür.
30 yaş… Kulağa büyük geliyor ama içimde hâlâ küçük bir Ayşegül var.
Onu kaybetmeden büyümek istiyorum. Kendimi daha çok duymak, daha çok sarılmak, daha çok sahip çıkmak istiyorum.
Belki de 30’lar yaş almaktan çok, yerini bulma yaşıdır. Ben de bugün, kendi yerime biraz daha yaklaşıyorum.
Umuyorum ki yeni yaşım, kendimi en iyi hissettiğim yaşım olsun.