Takvim yaprakları 26 Ağustos’u gösterdiğinde, içimde hep aynı duygu uyanır: hem tarifsiz bir gurur, hem de derin bir hüzün… Çünkü bu tarih, yalnızca bir savaşın başlangıcı değil; bir milletin yeniden ayağa kalkmaya cesaret ettiği gündür.
1922’nin o sabahında Afyon’un Kocatepe sırtlarında hava hâlâ serin, gökyüzü ise karanlıktan yeni sıyrılıyordu. Mustafa Kemal Atatürk, elleri arkasında kenetlemiş, sessizce ovaya bakıyordu. O bakışta yalnızca bir komutanın sorumluluğu değil, koskoca bir milletin umudu saklıydı. Saatler 05.30’u gösterdiğinde top sesleriyle Büyük Taarruz başladı. O ilk patlama, aslında yıllardır işgalin, esaretin altında ezilmiş bir halkın yüreğinde yankılanan özgürlük çığlığıydı.
Biz bugün o günleri anarken çoğu zaman sadece tarihlerden söz ederiz: 26 Ağustos, 30 Ağustos, 9 Eylül… Oysa asıl hikaye, bu rakamların ardında gizlidir. Tarih yalnızca komutanların karargâhında değil; cepheye oğlunu gönderen ananın gözyaşında, son buğdayını askere veren köylünün cömertliğinde, yaralı arkadaşını sırtlayarak ateş hattından çıkaran Mehmetçiğin yüreğinde yazıldı.
Atatürk’ün tarihe geçen ‘Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!’ emri, yalnızca askerlerine verilmiş bir talimat değildi. Bu söz, aslında bir milletin önüne konulmuş yol haritasıydı: Hedef, yalnızca bir coğrafya değil; özgürlüğün, bağımsızlığın ta kendisiydi. Ve o gün atılan adım, birkaç gün içinde 30 Ağustos Zaferi’ni, ardından 9 Eylül’de İzmir’in kurtuluşunu getirdi.
Bugün 26 Ağustos’u hatırlarken, sadece bir zaferin başlangıcını değil; özgürlüğün, onurun ve umudun yeniden doğuşunu da hatırlayalım. Kocatepe’nin sessizliğinde yankılanan kararlılığı, bugünün dünyasında da içimizde taşımaya devam edelim. Çünkü o sabah Kocatepe’de doğan güneş, aslında hepimizin ufkuna doğmuştu.