Yaz akşamlarını hep sevdim. Belki de gündüzün yorucu sıcağından sonra gelen o serinlik, içime de ferahlık getiriyor diye… Belki de günün telaşı yavaşlarken kendimi daha çok duyar, daha çok hisseder oluyorum. Her şey daha yumuşak, daha yavaş, daha gerçek sanki.
Balkona bir sandalye atıp oturduğumda, gün boyu ertelediğim tüm hisler teker teker çıkıyor ortaya. Rüzgâr saçımı hafifçe savururken lavanta kokuları karışıyor akşama. Bir köşede leylaklar… Morun en huzurlu tonuyla başımı döndürüyorlar. Sadece bakmak bile yetiyor mutlu olmaya. Yanıma bir kitap alıyorum genellikle. Kalın ya da ince olmasının bir önemi yok. Sayfaları çevirdikçe, dünya sessizce uzaklaşıyor benden. Kitaplarda ne aradığımı tam olarak bilmiyorum ama bulduğum şey hep aynı oluyor: huzur.
Bir de çok sevdiğim kediler… Ne garip varlıklar. Sanki hepsi bu saatleri bekliyor gibi. Cam kenarına kıvrılıyorlar, gözlerini yarı kapatıp sokaktan geçen insanları izliyorlar. Onlara bakınca ben de içimden ‘huzur böyle bir şey’ diyorum.
Bazen hiçbir şey yapmıyorum. Ne kitap okuyorum ne bir şarkı açıyorum. Sadece oturuyorum. Gökyüzüne bakıp rüzgârı yüzümde hissediyorum. Dışarda biri yürürken ayak sesleri geliyor, uzaktan bir çocuk kahkahası… Hayatın sesleri. Sessizlik dediğimiz şeyin aslında ne kadar dolu olduğunu böyle akşamlarda anlıyorum.
İşte bu yüzden yaz akşamlarını seviyorum. İçimle barışıyorum. Koşturmuyorum. Bir şey yetiştirmiyorum. Sadece var oluyorum. Ve diyorum ki, insan bazen sadece durmalı. Bir leylak kokusunun ardından yürümeli, bir kedinin yanına oturmalı, hiç tanımadığı bir karakterle sayfalarda kaybolmalı. Hayat, bu anlarda saklı. Küçük, sessiz, ama çok değerli.